MARANGOZ
Tekrar tekrar arkasına dönüp bakıyor sonra yine yürüyordu. Marangoz, kendisini takip eden adamın yüzünü görebilmek için bir yol ayrımında bekliyordu. Uzun süre bekledikten sonra, meraklı gözlerle kafasını, geldiği yöne doğru uzattı ama ne gelen ne de giden vardı. Hiçbir şey anlamadı. Bir göz yanılması olabilirdi, en iyisi yoluna devam etmekti. Zaten kim sıradan bir marangozu, hangi amaçla takip ederdi ki? Hava gittikçe soğumaya başladı. Montunun iki yakasına daha sıkı sarıldı. Ama yine de üşümesini engelleyemedi. Tam birkaç adım atmıştı ki, arkasına dönüp tekrar bakma isteği uyandı. Ya takip ediliyorsa! Yavaşça kafasını çevirip arkasına baktığında koyu bir gölgenin emin adımlarla kendisine doğru geldiğini fark etti. Koyu gölgenin karanlığı vücudunu ele geçirdi. Kendisini sakinleştirmeye çalışsa da yapamadı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı. Sanki o hızlandıkça yollar uzamaya, evi uzaklaşmaya ve gölge kendisine yaklaşmaya başlıyordu. Anlaşılan bundan kurtuluş yoktu. Bu şey kendisini saklamakta ustaydı. İstediği zaman ortaya çıkabiliyordu. Ondan uzaklaşmak mümkün değildi, o istemediği sürece. Sahip olduğu bir şeyi almaya gelmişti ama neyi? Kendi eliyle yaptığı kitaplığı ve kitaplığın içindeki kitaplarından başka nesi vardı şu yeryüzünde? Benim diyebileceği başka bir şeyi de yoktu. Kitaplar, gölgenin işine yaramazdı, canım kitaplar! Kitaplar, binbir emekle biriktirdiği gerçek dostları gibi, içinde kaybolduğu bazen kendini bulduğu ve yine kendini kaybettiği derin bir kuyu onun için kitaplar ve bu kuyuyu kimseyle paylaşmaya hazır değil. Kendisinden kitap isteyenlere sözleşme imzalattığı dönemler de olmuştu. Ah ne gerek var paylaşmaya? Gerçekten kitap okumak isteyen varsa gitsin kendisi alsın öyle değil mi? Hem kitapları bir yanıyla mahremiyeti de sayılır: kendine tuttuğu notları bir başkası görmemeli. Eğer bu gölgenin derdi derin kuyuya yaklaşmaksa uzak durması gerek, anlaşılan marangozu tanımıyor.
Birden yağmur bastırdı ve insanlar koşuşturmaya başladılar. Yağmur damlaları, kafasına çarptıkça aklına başka olasılıklar geldi. Sakın bu gölge, anne ve babasının canını almaya gelmiş olmasın? Dün gece onlara çok sinirlenmişti hatta içinden ölmelerini bile dilemişti. Evlendireceklerdi onu, hem de hiç tanımadığı bir insanla ya da bir kere gördüğü bir insanla. Kadın, acaba kitap okuyor muydu? Sürekli yaşının geçtiğiyle ilgili imalarda bulunuyorlardı. O da kardeşleri gibi evlendirilecek ve hayatına mutsuz bir insan olarak devam edecekti. Yaşlandıkça hayallerinden ne kadar uzağa savrulduğunu anlayacak, bu eksikliği çocuklarına yaptığı nutuklarla gidermeye çalışacaktı. Kendisini kapıya sıkışmış ve can çekişen bir böcek gibi hissediyordu, herkes ona tiksintiyle yaklaşıyor ve kabuklarından çıkan çıtırtıları kimseler duymuyordu.
Yağmur hızlandıkça o da evine doğru koşmaya başladı. Arkasına bile bakmadan kapıyı hızlıca örttü. Tam rahat bir nefes almaya hazırlanıyordu ki ayakkabılarının üzerindeki karaltının o gölge olduğunu fark etti. Kalp atışlarının ritmine engel olamıyordu. Ayakkabılarını nasıl fırlattığını bile hatırlamadan merdivenlerden yukarı çıktı, yatak odasına daldı ve elbiseleriyle yatağın içine girdi. Başını yorganın içine gömdü. Nefes alışlarını düzenlemeye çalıştı. Başaramadı. Titreyen sesiyle bir şarkı söylemeye başladı. Yorganın bir ağırlık tarafından çekiştirildiğini hissetti. Şarkı söylemek kötü bir fikirdi, sadece yapması gereken sessizce beklemekti. Bunu bile başaramamıştı. Bu sefer “beni rahat bırak!” diye bağırmaya başladı. Yorgan gittikçe kendisinden çekilmeye başlamıştı. Annesinin sesiyle kendisine geldi. Ona nasıl anlatabilirdi ki bir gölge tarafından takip edildiğini? Az önceki olaylar hiç yaşanmamış gibi doğruldu, yağmurda ıslanan kıyafetlerini çıkarmaya başladı. “Çok yağmur yağdı, bir an önce ısınmak için yatağa girdim” dese de annesinin kaygılı bakışlarından kurtulamadı.
Marangoz, annesi ve babası yemek masasına oturdular. Yarın büyük gün, dedi babası. Marangoz hiç oralı olmadı. Kime göre büyük gün? Ya kadını beğenirsem, diye düşündü marangoz. Belki de gördüğü o gölge, iyi şeylerin olacağına dair bir işaretti. Belki marangozluktan kurtulacak, kütüphanede çalışan bir insan olacaktı. Bütün gün talaş tozlarının arasında odunlara şekil vermeyi bırakıp, kendisini şekillendirecekti belki.
Sabah erkenden kahvaltı bile yapmadan marangozhanenin yolunu tuttu. Çaydanlığa suyu koydu. Çalışmaya daha vakit vardı. Masanın üstündeki talaşları, sarı bir bezle masanın kenarına doğru kaydırdı. Ellerini ve yüzünü masaya gömdü, ölü gibi tüm ağırlığını masaya bıraktı. Çaydanlığın fokurdayan sesi gittikçe tizleşiyor, onu karların yağdığı, soğuk köy yollarına taşıyordu. Çocukluğunda uzak dağ köyünün zahmetli yollarında, kızaklar gelirdi, tek tek çocukları okula taşırdı. Kızak sesi bir yanıyla kurtuluşun sesiydi; kitaplarla dolu dünyanın kapısını aralayan gizemli, uçan bir halı gibiydi. İlkokulu bitirince bütün ailesi şehre taşınmış ve onun da artık aileye para kazandırma zamanı gelmişti. Böylece kendini bir marangozun yanında çalışırken buldu. Burada yapmaktan hoşlandığı tek şey kitaplık yapmaktı, bunun dışında yaptığı her şey gereksiz geliyordu. Çaydanlığın fokurdayan tiz sesi arttıkça felaket haberinin gelişi de yaklaşıyordu sanki. Odanın içine kârlar yağıyordu. Odada insanlar olsa belki buza dönüşürlerdi. Buza dönüşmemek için marangoz soğuğu düşünmemeye çalışıyordu. O yüzden ne konuşuyordu ne de olduğu yerde kıpırdanıyordu. Belki bu şekilde görünmez olmayı da başarırdı. Hâlbuki çok iyi biliyordu içeriye kızaklarla kimse gelmeyecek ve onu kurtarmayacaktı.
Babasının sesiyle birden kendine geldi ve masadan doğruldu. Adamın yüzünde öfkeden başka bir şey okunmuyordu, her zaman olduğu gibi. Bugün büyük gün, daha alışveriş yapacağız, sen iş yerinden izin almadın mı? Oyalanmada, çabuk eve gel, dedi ve kapıyı arkasından hızlıca örterek uzaklaştı. Bu gerginlikten ancak bir şey yaparak uzaklaşabilirdi. En güzel malzemeden, en büyük kitaplığını inşa edecekti. Önce çizmeye başladı, bu büyük bir iş olacaktı. Her ayrıntıyı tartarak, rengine karar vererek, cilasını ayarlayarak işe başladı, derken saatin uçup gittiğini fark etti. Babasının gelişinin üstünden iki saat geçmiş, işyeri dolmuş ama o hiçbir şeyi fark etmemişti. Birden koşarak evin yolunu tuttu. Patrona sonradan haber verseydi de olurdu. Evin kapısına yaklaştığında, bahçede babasının ağzından köpükleri saçarak, küfürleri savurarak, yanan ateşe baktığını fark etti. Biraz daha yaklaşınca, kitaplığındaki kitaplarının yandığını gördü. Babası elindeki kitapları ateşe her fırlattığında biraz daha iştahla küfür savuruyordu. Kitaplar yüzünden yoldan çıkmış ve aklı bir karış havadaymış. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Koşarak odasına çıktı, otuz yedi yaşındaydı, babasına göre evde kalmıştı, kırklı yaşına şunun şurasında ne kalmıştı? Kitaplığının bomboş olduğunu görünce, gözyaşlarını koyuverdi. Gazete alarak günlerce biriktirdiği ve kavuşmak için uzun süre beklediği kitapları, tuzla buz olmuştu. Hayattaki tek varlığı da elinden alınmıştı. Ama babasını tanıyordu, dediğim dedik, inatçı bir adam, eğer aklına koyduysa bugün o eve gitmekten başka çaresi yoktu.
O, annesi ve babası düştüler yola. Yüzlerinden düşen bin parça, içeriye girdiler. Marangozun yüzü hiç gülmüyor. Biraz hoş beşten sonra, kahveler geliyor, evleneceği kadını görüyor, nutku tutuluyor, bu ne güzel insan! Kadınla aynı odada biraz vakit geçiriyorlar. Marangoz, odadaki kitaplığa bayılıyor, demek kadın da okumayı seviyor. İçi buruk olsa da evlilik fikrine daha sıcak yaklaşmaya başlıyor. Gözleri sanki yeşil ya da ela, kirpikler uzun ve kıvrımlı. İçinde bir kıpırtı başlıyor, buna alışık değil tabi, korkuyor. Biraz içi aydınlansa da aklı hep yanan kitaplarında, kaç yıl daha çalışsa, giden kitapları alabilir mi bilmiyor. Neyse en azından kadının evlendikten sonra kitaplarını getirmesini umuyor. Kadına sorduğu tek soru kitapların ona ait olup olmadığı. Sonrasında çıkıyorlar evden. Yolun ortasında, şüpheyle arkasına bakıyor, gölge takip ediyor onları, uzun mu uzun koyu bir gölge. Annesine, arkana bak ne görüyorsun? diye sorduğunda annesi sinirli sinirli iç çekiyor.
Düğün günü için her şey hazırlanıyor, marangoza sadece misafir gibi düğüne gitmek kalıyor. Madem ailesi ondan daha hevesli, kılını bile kıpırdatmamaya karar veriyor. Yanan kitaplarından başka bir şeye odaklanamıyor. Hiç böyle bir evliliği hayal etmemişti. Yüzündeki mutsuz ifadeyi gelinin sahip olduğu kitaplar sayesinde değiştirmek istedi. Gelinin yanına gitti, gelin hiç konuşmadı biraz da çekingen, tıpkı kendisi gibi. Pasta kesiliyor, danslar, halaylar… En sonunda gelinin duvağını açtığında, evde gördüğü, nutkunun tutulduğu o kadının şu anda baktığı kadın olmadığını fark ediyor. Hayal kırıklığıyla hayata veda ediyor ve susmayı tercih ediyor. Düğün salonundaki herkes birer gölgeye dönüşüyor. Uzun mu uzun koyu bir gölge kalabalığının içinde o da gölgelere karışarak kaybolup gidiyor.