İlaç kokulu hastanenin, kireç beyazına boyanmış odasında bekliyorum. Ölüm, işe koyulmak için sızacağı bir boşluğu bekliyor. Ben ölümü ötelemek ister gibi babaannemin elini sıkı sıkı tutuyorum. Özellikle bizim bulunduğumuz oda kan ve yalnızlık kokuyor. Makinelerin çıkardığı ritmik sesin bozulmasından korkuyorum. Dağ gibi heybetli kadın, banyoda düşüp, bacağını kırdı ve yatağa hapsoldu. Sonrasında peş peşe hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. Onu koruyamadığımız için üzgünüm. Hep ele avuca düşmemek için dua ederdi, belki duaları kabul olur. Her geçen gün bedensel ve zihinsel olarak geriye gidişini izlemek beni üzüyor. Bir an uykusundan uyanıyor ve sanki evimizdeymişiz gibi otuz yıl önceki olayları anlatmaya başlıyor. Bu nedenle odada yangınlar çıkıyor, ölü hayvan kokuları yayılıyor ve yalnızlığım katlanarak artıyor. Onun acıları tazeleniyor ve ben, babaannemle aynı yolları yürüdüğümü fark ediyorum.
Babaannem Gülizar, her sabah daha horoz ötmeden uyanır. Yapacak işi yoksa bile yaratır. Durmak hiç ona göre değil, karınca gibi bütün gün çalışır. Uyandıktan sonra soyunması ve giyinmesi dakikalarca sürer. Folklor gösterisine çıkacakmış gibi, bir merasimle giyer kıyafetlerini. Önce işliğini, sonra fistanını giyer ve kuşağını belinde çevirmesi, iki ucun birbirini bulmasıyla son bulur. Babaannemde yılların ağırlığıyla bir kambur peyda oldu. Buna rağmen bana dünyanın en güçlü insanı gibi gelirdi. Örneğin bütün köyü tek başına baştan aşağı gezebilirdi. Onda en çok ilgimi çeken şey ise kemerli burnuydu. Kemerli burnunda acılar yıllarca sızlamış ve kurtuluş yolu bulamayınca, kemerin ortasında donup kalan bir tümseğe benzemişti. En çok beni sever. Bana “Sürmeli Kız Kuşum,” der.
Vücuduna bağlı olan kablolardan ses geldiğini sandım ve babaannem derin uykusundan uyandı. “Sürmeli! Hıdır ve Rıza’dan haber var mı?” diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. Amcalarımı soruyordu. Cevap alamayınca her zamanki gibi zihninin yolculuğunu takip ederek dedemin öldüğü günü anlattı. ”Nesimi, köyün en yakışıklı adamıydı. Beni hiç incitmedi. Bir gün sebepsiz yere dal gibi uzun adam, ellerime düştü ve yığılıp kaldı. Var gücümle bağırdım. Uzun saçlarımı yoldum, dövünmekten göğsümü çürüttüm. Nesimi’yi soğuk bir mermere yatırdılar. Çocuksuz ve dul bir kadın olarak dünyada yapayalnız kalmıştım. Kocanla vedalaş dediler. Testiye doldurmuşlar suyu, kıyamadığım vücuduna su döküyordum. Birden gözlerini açtı ve soluk almaya başladı. Herkes korkudan kaçıştı. Bir ben mutluydum. Allah’ın takdiri sorgulanmazdı. Nesimi’yi bana geri vermişti. Sonra sırayla amcaların, baban ve halan dünyaya geldi.” Bunları söyledikten sonra bakışı soluklaştı ve tekrar uyku alemine daldı.
Evet, Sürmeli Kız Kuşuyum ben. Tıpkı babaannem gibi, korkularımı yanımda yuvarlayarak ilerliyorum kendi ormanımda. Yürüdükçe babaannemle gölgelerimiz birbirine karışıyor. Gri şehirdeki yalnızlığım babaannemin köydeki ayak izlerine karışıyor. Böylece biz farklı kentlerde farklı insanlarla aynı kaderi yaşıyoruz. İş yerindeki grubum beş kişiydi, aynı gökyüzünün altında bütün farklılıklarımıza rağmen yaşayabileceğimizi düşünmüştüm. Önce koca kara gözlerimin doğal sürmesine takıldılar, felaketlerin oradan yayıldığını düşündüler. Yürüyüşüme, konuşmama, sözcükleri özenle seçmeme, renkleri yakıştırmama ve saçlarımı salmama yüklendiler. Benden gelen her şey tehlikeliydi. Yaşadığımız ortamda, kimse konuşmasa da üstün olan tek renk sarıydı. İyi de ben koyu renkleri severdim. Bu siyah olur, gri olur, kırmızı olur ama sarıyı sevmek zorunda mıyım? Bir araya geldiler ve fısır fısır beni çekiştirdiler; omzumdan, geçmişimden ve okuduğum şiirden. Birinin daha sözü bitmeden bir diğerinin sözü başlıyordu ve bu monologların ortak noktası şuydu: Benim dünyaya gelmem bir hataydı. Birbirlerine dayanmanın, aynı kökten gelmenin mağrur haklılığıyla tek ses hâlinde bağırıyorlardı: “Ben farklıydım ve yalnızdım.” Yanlış giden şeyler olsa da iş yerinin sükûneti için benden susmam bekleniyordu. Bu beklenti, benim doğama aykırıydı. Konuştum, eleştirdim ve böylece ormanın en uzak köşesine itildim. Günlerce zihnimde kendi duruşumu sorguladım. Nerede yanlışlık yapmıştım? Günden güne saçlarımın rengi solmaya başladı, her şeye buğulu bakmaya başladım; güzelim ormana, kuş seslerine ve gelmeyen adalete. Sarı bir çukurun içinde yuvarlanırken buldum kendimi. Günlerce çukurun içinde bekledikten sonra anladım ki kimse beni kurtarmayacaktı ve sesim kimseye ulaşmayacaktı. İnsanlar sessiz kalarak tarafsız olduklarını söyleyeceklerdi ve bana uzaktan bakarak acıyacaklardı. Çünkü ben tektim ve haksızdım. Tıpkı babaannemin yıllarca amcalarımdan haber beklemesi gibi, ben de yıllarca anlaşılmayı bekleyecektim.
Yemekleri getiren görevlinin sesiyle babaannem gözlerini açtı ve “Saçlarını hiç kestirme olur mu Sürmelim?” dedi ve yine otuz sene öncesinin çağrışımlarını takip ederek hüznün başladığı yere gitti. O gittiği yerden uzun saçlarından dökülen buklelerinin gizini öğrendim. Başladı anlatmaya ”O gün, köyümüzün üstünden koca koca ejderhaya benzeyen yaratıklar uçtu. Çok korktuk. Hayvanların çıkardığı öfkeli seslerden, köyü dize getirmeye geldiklerini anlamıştık. Kuşların sesi bile tedirgindi. Tehlike yaklaşıyordu. Biz dağlara kaçışmaya başladık. Kaçtığımız dağlar ateşe verildi. Hadi biz neyse ama dağdaki hayvanların acı sesi hâlâ kulağımdan gitmedi. Günlerce yiyeceksiz, dağa tırmandık. Dağ yollarına serpiştirilmiş zehirler gördük. Zavallı hayvancıklar, zehirleri yemek sanıp yemişlerdi ve yollar ölü hayvan bedenleriyle doluydu. Sonra sesler azalınca köyümüze geri döndük, yaralarımızı sarmaya başladık. Ahırı onardık, hayvanları sakinleştirdik. Can havliyle dağa kaçıştığımızda Hıdır ve Rıza’yı dağda aradım ama bulamadım. Bir umut belki köyde bir sığınağa girip beklemişlerdi. Ama köyde de onları göremeyince dünya başıma yıkıldı. Hıdır ve Rıza’yı bir daha göremedim. Kayboldular mı, öldürüldüler mi, kaçırıldılar mı bilmiyorum. En zoru da ne olduğunu bilememekti. Amcaların hep dikbaşlıydı. Bildikleri doğruları söylemekten hiç korkmazlardı. Köye maden aramaya gelen bir ekip vardı. Onları köye almadıkları gibi, kapı kapı dolaşır, herkese bu konuyla ilgili bilgi verirlerdi. Bu dikbaşlılıkları birisine mi dokunmuştu bilmiyorum. Başımızın üstünden uçan ejderhalar, dik başlı olmayın yoksa sizi de ateşe veririz mi diyorlardı, bilmiyorduk. Bazen sana bakınca amcalarını görürüyorum. Sen de ikna edilmesi zor bir çocuksun ve doğruların için yol değiştirmiyorsun. Sürmeli, kendimi bildim bileli iki uzun örük yaparım. O günden sonra örüklerimin arasından bir bukle sağa, bir bukle sola doğru kulaklarımdan aşağı salarım. Bu bukleler Hıdır ve Rıza’ya olan hatıramdır, yasımdır, özlemimdir. Unutmamak içindir. Bu nedenle saçlarımı kestirmek, geçmişimi unutmaktır. Ben Hıdır ve Rıza’yı hiç unutmadım. Yıllar sonra Nesimi kalp krizinden bu sefer kesin olarak öldü. Ben uzun süre bekledim yine o soğuk mermerin başında ama gözünü açmadı. Bu sefer kesin olarak dünyada yalnız kaldığımı düşündüm. “Sürmeli, bana söz vermişlerdi; Hıdır ve Rıza’nın kemikleriydi aradığım. Üç mezar kazdırmıştım, ortadaki boş kalacaktı. Sağ yanıma Hıdır’ı sol yanıma Rıza’yı alacaktım. Amcalarının hasretiyle yanıp tutuşuyordum. Zaman geçtikçe umudum tükenmeye başlamıştı. Mezarlardan birine önce Nesimi’yi gömdük. Benim de yakındır zamanım. Beni, Nesimi’nin yanına gömeceksiniz. Nesimi’ye kavuşacağıma seviniyorum ama ya amcalarını öteki dünyada da bulamazsam ne olur? Sürmeli, belki ben öldükten sonra amcalarının kemiklerini bulurlar. Onları üçüncü mezara yani yanıma gömün olur mu? Bu sorusuyla artık zihninin çok da geçmişte olmadığını anladım ve güçlü görünmeye çalışmaktan yorgun düştüğümü fark ettim. Bıraktım kendimi ve ağlamaya başladım.
Şimdi küçük bir kız çocuğunun cansız nesneleri canlı kılma çabasının içindeyim. İki minik göz ve bir dudak çizdim mi her şey canlanıveriyor ve her şey gülmeye başlıyor. Babaanneme de iki göz ve bir dudak çizmek istiyorum. Yüzündeki öfkeyi çekip çıkartmak ve kulaklarına mutlu anılar fısıldamak istiyorum. Kemerli burnunda donup kalan acılarını söküp almak istiyorum. Yanardağ çok önceleri patladı ama etkisi hiç dinmedi. Artık beklediği tek şeyin ölüm olduğunu görebiliyorum. Sanki ölüm hiç gelmeyecek ve o bu dünyada sıkışıp kalacaktı. Ölememek en büyük korkusuydu. Ölüm, bugün de gelmemişti. Artık bakılacak ne bir manzara ne etrafında gezindiği bir bahçe ne de ellerinden tuttuğu oğulları vardı. Zihni, en sarsıntılı zamanları cımbızlayıp çıkartıyordu. Az önce görevliye kızdı ve elindeki yemek tepsisini duvara fırlattı. Otuz sene öncesinin öfkeli sesiyle bağırmaya başladı “Biliyorum, dağdaki hayvanları zehirlediğiniz gibi, beni de zehirlemek istiyorsunuz. Yemeklerinizden yediremeyeceksiniz.”
İnsan gerçek anlamda ne zaman yalnızlaşır? Sarı bir çukurun içinden iniltileri duyulmadığında mı? Sevdiğini kaybettiğinde mi? Kayboluşların nedenini bilmediğinde mi? Zehirlenmek istendiğinde mi? Yaşlı babaannemin izinden giderken kendimle karşılaştığımda mı?
Share this post