ÇUKURUN İÇİNDE
Katran karası bir siyahlığın içine düştüğümü zannediyorum. Nasıl düştüğümü de bilmiyorum. En son ne yapıyordum onu da hatırlamıyorum. Zihnim felce uğramış gibi. Ne kadar zorlarsam zorlayayım bir çıkış yolu bulamıyorum. Gözlerimi kapatsam da açsam da hiçbir değişiklik olmuyor, her yer karanlık. Sonsuz bir karanlığın içinde debeleniyorum. Güneş yüzü görmeden, yemek yemeden, su içmeden kaç gün dayanabilirim bilmiyorum. Korkuyorum. Bilmediğim bir yer ve zamanda olmak çok korkutucu geliyor. Bu nedenle yavaş yavaş kızgınlığım da artmaya başlıyor. Bu, kötü bir şaka olmalı ya da sınırları çizilmemiş bir rüya. Yerimde duramaz oldum. Yürümeye başladım hiçbir şey görmeyerek. Yürümenin sonunda bir engelle karşılaşmalıyım, böylece içinde bulunduğum şeyin şeklini anlayabilirim. Dört köşe ya da üçgen olabilir ama yuvarlaksa nasıl anlarım? Koşmaya başladım, ne tarafa koştuğumu bilmeden var gücümle koşuyorum. Bir şey fark ediyorum. Bastığım zeminin yumuşak bir dokusu var: Taş gibi sert, tahta gibi katı değil. Yumuşak bir dokunun içindeyim. Fark ediyorum ki ben koştukça mekânın da yeri değişiyor yani yer yerinden oynuyor. Mekân değiştikçe, içinde bulunduğum şeyin küçük pencerelerinden güneş içeri giriyor. Bu defa hem koşuyor hem de yukarıya bakmaya çalışıyorum. Yuvarlak olan açık pencerelerden içeri sızan güneş ışığı bana umut oluyor. Buraya düştüğüme göre çıkabilirim de neden olmasın! Çılgınca koşuyorum, özgürlüğe doğru koşar gibi. En azından koşarken biraz da olsa katran karası siyah dağılıyor ve içeriye ışık süzülüyor. Acaba pencereye doğru uzansam ya da koşarken atlasam kurtulur muyum?
Dışarıdan gelen sesleri duyuyorum. Bir sürü çocuk sesi geliyor. Biri “Şuna bak, tekerlek yuvarlanıyor.” dedi. Sesler o kadar yakından geliyor ki. Sanki çocukların ayaklarının dibinden geçiyorum. Yoksa ben bir tekerleğin içine mi hapsoldum? Bu tekerleğin boyutunu merak ediyorum. Benden daha büyük olan tekerlekse ben ne kadarım? Onu istediğim gibi yönlendiremiyorsam benden büyük olması gerekmez mi? Çocuklardan biri “Oğlum tekerleği tutsanıza, bizim tepede oynarız” diyor. Derken, koşuyorum ama zeminin değişmediğini fark ediyorum. Hayal kırıklığı başlıyor, çocuklar beni tepeden aşağı atacak ve ben beyin sarsıntısından ölebilirim. Bağırmam gerekiyor, beni duyarlarsa bana yardım ederler. Bağırıyorum, değişiklik yok, beni duymuyorlar bile. Koşmaya başlıyorum ama artık yönlendirme gücü, beni ve tekerleği taşıyan çocukta. Çocuğun soluğu, tekerleğin açık kısımlarından içeriye doluyor. Heyecanlı, kurnaz, sevimli ve ne yaptığından habersiz bir nefes doluyor içeri. Bu nefes beni başlangıç noktasına götürüyor. Zihnimin felci geçiyor ve ne olduğumu hatırlıyorum. Bir sahibimiz vardı bizim. Sahibimizin nefesini içimde hissetmiştim bir defasında. Bu çocuğun nefesi beni kim olduğumla yüzleştirdi. Biz dört arkadaştık ve hayatımız yönlendirmelerle geçerdi. Dur denildiğinde durur, git denildiğinde giderdik. Fakat bu emirler bize söz ile iletilmezdi de sanki sahibimizle aramızda gözle görünmeyen bir bağ olurdu ve biz onun neyi istediğini gayet iyi bilirdik. Kusursuz bir uyumla onu her yere taşırdık. Başka bir ihtimal yoktu hayatımızda. Ya da henüz farklı alternatiflerin olabileceğiyle ilgili bir yaşantımız olmamıştı. Bazen aramızda bir tartışma yaşanırdı. Ben, sahibimize kızardım, zorlu yolları tercih ettiğinde, bizi dinlendirmediğinde, kızgınlığını bizden çıkarttığında. Diğerleri bu durumda beni yatıştırmaya çalışırlardı. Diğer cinslerimizden örnekler verirlerdi. Halime şükretmeliymişim, böyle düşünmemin bir önemi yokmuş. Ben de en sonunda lime lime edileceğim yere gidecekmişim ya da daha kötüsü yakabilirlermiş beni. Her gün kaderimin değişeceği bir durum hayal ederdim. Sahibimin hızlı gittiği bir gün, nedensiz bir şekilde yoldan ayrılırım ve bilinmeyene, özgürlüğe koşarım mesela. Başka bir gün, bakım sırasında beni ellerinden kaçırırlar ve ben deli gibi koşarak oradan ayrılırım mesela..
Beni, üç arkadaşımdan ayıran olay, kafamda kurguladığım şekilde gerçekleşmedi. Her zaman olduğu gibi, sahibimizin isteğiyle uzun bir yola doğru var gücümüzle gidiyorduk. O gün, asfalt yağmurdan sırılsıklam olmuştu. Yağmur, toprakla buluşmuş ve kokusu bana kadar ulaşmıştı. Geçtiğimiz yerler, şehirden uzak, doğayla iç içe olan bir yerdi. En çok da çam kokusunu duyuyordum. Sahibimiz belki de çam kokusuna dalmıştı ve yağmuru da hesaba katmayarak daha da hızlanmıştı. Karşıdan gelen neydi bilmiyorum. Tek hatırladığım, bir engelle sarsılmamız ve yüksek bir gürültü. Ayarlarımızda bozulma oldu. Gelen sinyal “git” diyordu ama her şey durmuştu o anda. Ben yerimde kıpırdadıkça, bağlantı yerlerimde bir hasar oluştuğunu fark ettim. Koştum, arkama bakmadan koştum. Geride ne bıraktığımı bilmeden, özgürlüğe doğru, bilinmeze doğru koştum.
Kendimi çocuk seslerinin arasında buldum. Çocuklardan biri “Irmağın yanındaki tepeye gidelim. Tepenin yukarısında ve aşağısında bekleyenler olarak ikiye ayrılalım. Biri tekerleği yukarıdan aşağı atsın. Diğeri yukarı getirsin. Böylece hem atan hem de yukarı taşıyan olarak hepimiz oynamış oluruz. Hak geçmesin.” diyor. Sonra kendi aralarında kimin önce atacağıyla ilgili bir tartışma başlıyor. Biri tepeden aşağı attı beni, diğeri aşağıdan tutup yukarı çıkarttı beni. Bağırışlar ve alkışlarla tekrar tekrar bir yukarı bir aşağı sürüklenirken yoruldum artık. Başım dönüyor. Kimse duymuyor beni. Her şey dönmeye başlamışken, yorgunluktan derin bir rüyaya daldım. Sonra çocukların oynamaya doyan sesleriyle uyandım. Çocuklardan biri “Çukurun içine atalım”, dedi. Bir diğeri “Bizimkiler, çukura yaklaştığımızı anlarlarsa kızarlar”, dedi. Bir başka çocuk ”nereden anlayacaklar, kendi kendine yuvarlandı sanırlar”, dedi. Böylece beni, çimento beyazının gömülü olduğu derin bir çukura attılar. Neyse ki tepeden aşağı yuvarlanmalar son bulmuştu. Çukurda ölü kokusu var. Bu koku ile ölebilirim. Dahası yalnız olmadığımı anladım. Acı hırıltısıyla bir köpeğin sesini duyuyorum. Çocukların sesleri gittikçe uzaklaşıyor. Köpek “birazdan bizi yakmaya gelecekler”, dedi. Söylediğine göre, önceleri köyü koruyan köpekler, el üstünde tutulurmuş. Sonra içlerinden biri hastalanmış. Hastalanan köpeği bu çukurun içinde yakmışlar fakat köyün ileri gelenlerinin içi rahat etmemiş. Köyde dedikodular almış başını gitmiş. Herkes kendi köpeğinden korkar olmuş. Ağzında köpük görülmeyen köpekler bile kurşunla her gece vurulmaya başlanmış. Birikince köpek ölüleri, her gece gelip ateş yakar ve böylece rahata kavuşurmuş köy halkı. Şimdi bu çukurun içinde ateşle sonlanacak yaşamımı düşünüyorum. Özgürlüğe doğru koştuğumu zannettiğim zamanların ne kadar da kısa olduğunu ve yazgımı düşünüyorum.
Her şey tamda köpeğin söylediği gibi oldu. Çukurun etrafına üç adam geldi. Yanlarında benzin getirmişler, kim dökecek, kim yakacak bekliyoruz. Adamlardan biri “Bizim çocuk, köpeği öldürdüğümüzü bilmiyor, dün bütün gün köpeğin sesini duyduğunu söyledi. İşin garibi, bizim kadın da köpeğin sesini duymuş, yandaki komşu, imam, bakkal da aynı sesi duyduklarını söyledi.” Köpek ölüsü kokusuna, lastik kokusu da eklenince, bütün köye yayılan ve geçmek bilmeyen bir kokudan söz etmeye başladılar.