BİR GÜN, BAŞKA BİR GÜN, DİĞER BİR GÜN
BİR GÜN
Bulaşıkları makineden tek tek çıkartıp yerlerine diziyordum. Bu işim bitsin arayacaktım seni. O sırada çamaşır makinesinin durduğunu belirten acı çığlığı duydum. Bekletilmeye gelmez, çamaşırları askıya astıktan sonra arayacaktım. Birden çiçeklere gözüm ilişti, en son ne zaman su vermiştim hatırlayamadım. Çiçeklere su vermeye başladım ve yine seni arayamadım. Seni arayamamamın nedenlerini düşünüyorum. İnsanlara ne zaman kızılır ya da ne zaman sevilir karar veremiyorum. Ne yaptıklarında tepki vermeliyiz emin değilim. Öfkenin ya da sessizliğin dile getirilmesi ile ilgili problemlerim var.
Birisi anlatıyor. Babası hastaymış ve bu hastalık yakın zamanda ortaya çıkmış. Yavaş yavaş herkesi unutmaya başlamış ve her şeyi unuta unuta ölmüş. Her şey Tanrı’dan gelmişti dolayısıyla isyanın bir karşılığı yoktu. Yüzümü artık önüme eğiyorum dedi. Çünkü babam hırsızlık yapıyor ve bunun farkında bile değil dedi. Hırsızlık şokunu yeni atlatmış ki babasının birisini yaraladığını öğrenmişler. Fakat hastalıktan dolayı gözetim altına alabilirlermiş. Adam hastaydı dolayısıyla sığındıkları bir bahaneleri vardı.
Arayacaktım seni ama elim telefona varmıyor ve hiçbir şey olmamış gibi yapay bir gülümsemeyle hayatıma devam etmek istemiyordum. En önemlisi de gerçekten iyi ya da kötü olduğuna dair içimde bitmeyen bir yön değiştirme grafiği vardı ve grafik sürekli oynuyor, sabitlenmiyordu. Arayacaktım seni ama olmadı işte yine olmadı. Belki hırsızlık yapmamış ya da insan öldürmemiştin ama kendi iradenle gidip yine kendi iradenle dönmemiştin. Karar veremiyorum. Sığınacak bir nedenimizin olması mı yoksa olmaması mı iyiydi?
BAŞKA BİR GÜN
Çamurlu, girintili çıkıntılı bir toprak yola girdik. Dışarıda kar yağıyor. Kırmızı bir arabanın içindeyiz. Arabanın ısıtıcısı çok iyi çalışıyor, içerde yaz havası var. Yolda yürüyen bir adam gördüm. Bu sabah saatinde yollara düştüğüne göre muhakkak işe gidiyordur. Durak uzakta olsa gerek, henüz görünmüyor ve uzun zamandır yürüyor gibi. Adamın elinde bir poşet var. Poşetin içinde dünden kalan yemekler bugüne hazırlanmış. Adam yürüdükçe ayaklarım üşümeye başladı. Babam da böyle yürür müydü işe giderken? Annemin o hiç beğenmediği yemeklerini gururla taşır mıydı? İşe giderken mutlu muydu? Ayakları üşür müydü? Toprak yolda ilerlerken yırtık olan ayakkabılarına karların soğuğu yapışır mıydı? İşe giderken neler düşünürdü? Beni düşünür müydü?
DİĞER BİR GÜN
“Babam götürmüştü çocukken …”diye başlayan cümleler vardır. Bir baba, çocuğunu parka, bahçeye, dedeye, okula, komşuya, oyuncakçıya yani bir sürü yere götürebilir. Benim hatırladığım tek anı var. Babam beni hastaneye götürdü. Bir akrabamız ve kızıyla birlikte dört kişi hastaneden dönerken bir otobüse bindik.İğne ağrısı var bu nedenle koltuklara tutunuyorum ama oturamıyorum. Elimde simidim var, acıkmışım. Babam bana simit almış. Önümüzde oturan iki kişinin koltuğuna tutunurken arkadaşımla, bir yandan da susamları coştura coştura etrafa döke saça iştahla simitlerimizi yiyoruz. Birden babamın öfkeyle bakan gözlerini görüyorum. “Susamları oturan kişilerin kafasına dökme!” der gibi bakıyor ve babam sessizce kızıyor bana.
Babam eksile eksile tüm mekânlardan yavaş yavaş kopmaya başladı; parklardan, bahçelerden, komşulardan, okullardan ve hastanelerden. Bazı zamanlar babamın öfke dolu gözleri pörtler hayatımın en olmadık yerlerinden. Bir insan aynı zamanda hem yara hem de merhem olabilir mi? Oluyor işte babam beni çocukken hastaneye götürmüştü.